Röportajlar

Nesne(l) Sergi Röportajları – İdil Mirata

Merhabalar İdil Hanım, bize kendinizden bahsedebilir misiniz?

Merhabalar, tabii ki! Kıbrıs doğumluyum. Babam ortodontist diş hekimi, annem moda okulu mezunu. Çocukluğum ve gençliğim Kıbrıs’ta geçti, sanata olan ilgim de çocukluğumda başladı. Mimariye ve doğal yapı malzemelerine 7 yaşındayken ilgi duymaya başladım. 9 yaşında roof garden dizayn ve eşya tasarımları yaptım. İlk ve ortaokulda resim en sevdiğim dersti. 5 yaşında başladığım baleye 12 yaşına kadar devam ettim. İngiliz idaresinde olduğumuz için onun etkisinde yaşadım diyebilirim. Kolejdeyken baleden sonra, 6 yıl boyunca birkaç farklı alanda atletizm şampiyonalarına katıldım. Tenis, yüzme ve beden farkındalığı içeren birçok spor dalında kendimi geliştirdim. Şimdi ise çok uzun yıllardır yoga ve yoga eğitmenliği yapıyorum. Yoga felsefesi ve Uzakdoğu muhtelif inançlardan felsefi bilgileri o kadar içselleştirdim ki yaşam stilim oldu ve sanat çalışmalarım da bu yönde gelişti. Kolejde İngiliz sistemi bir eğitim almış olduğum için İngiltere’de iç mimari eğitimini seçtim, ancak mezun olduktan sonra Türkiye’de ya da Kıbrıs’ta, İngiltere’de olduğu gibi iç mimariyle ilgili bir çalışma alanı yoktu. O yüzden iç mimari tasarımlarını kendi mal varlıklarımız çerçevesinde birçok kez uygulama fırsatım oldu ve bunları çok iyi bir şekilde değerlendirdim. Evlendikten sonra eşim bir diplomat olduğu için birçok farklı ülkede yaşadım. Gittiğim ülkelerde sanata olan bağım hep devam etti. Portekiz’de seramik ve çini boyama eğitimleri aldım, hayran olduğum ikebana sanatını öğrendim. Ankara’ya (merkeze) dönüşlerimizde yağlıboya, resim ve desen eğitimleri almaya devam ettim. İsrail’de yabancı sanatçılardan dersler aldım. Kısacası, hayatım boyunca her zaman sanatla uğraştım diyebilirim.

Londra Metropolitan Üniversitesi’nde, iç mimarlık üzerine yaptığınız lisansın, sanat kariyerinizdeki etkisi nasıl oldu? Hem mimari eğitim görmüş olmak hem de Londra’da bulunmak açısından değerlendirebilir misiniz?

Çocuklarım büyüdükten sonra sanata olan tutkumu bir temel üzerinde yapılandırmak istedim ve yeniden, sıfırdan başladım. Üniversite sınavlarına sıfırdan hazırlandım, dershaneye gittim, desen eğitimlerine katıldım ve Bilkent’i kazandım. Önceden aldığım mimari eğitimi basic design anlamında çok işime yaradı, bölümü birincilikle bitirdim. Devamlı 3.5 üstü ortalamam vardı 🙂 

Heykel alanına yönelmeniz nasıl gerçekleşti?

Bilkent eğitimimde çok farklı alanlarla karşılaştım. Seramik, resim ve heykel ağırlıkta olmakla birlikte enstalasyon, fotoğraf sanatı, arazi sanatı, dijital sanat, ipek baskı ve gravür baskılar çalıştım. Bu yüzden aslında tam olarak heykel kökenli değilim. Bilkent’ten sonra Hacettepe’de heykel esas konumuz olsa da heykeltıraş olarak yetişmedim. Heykel çalışmalarım yanı sıra yine arazi sanatı, video, beden sanatı, organik sanat, fotoğraf ve enstalasyonlar yapmaya devam ettim. Bu alanlarda birçok çalışmalarım var. Ayrıca tezlerim için araştırmalar yapmakta ve teorik olarak çok yoğun çalışmaktaydım. Sorunuza tam bir cevap olarak, Bilkent’teki heykel eğitimimden aldığım haz ve 2 boyuta sığamamaktan heykele yöneldim diyebilirim. 

Heykel sanatı, resim ve çizim alanlarına oranla göreceli olarak daha zor ve biraz daha özel bir sanat dalı olarak görülüyor. Bir nesneyi yontarak onu canlandırmak, ona duygu yükleyebilmek, bu duyguyu herkese aktarabilmek… Sizin bu konu hakkındaki düşünceleriniz neler? Heykelcilik ve heykel sanatı hakkında bize neler söyleyebilirsiniz?

Evet, cidden zor bir alan. Fiziksel anlamda da zor; eldivenler, maskeler, özel kıyafetler gerektiren yontma işlemleri aslında pek de bana göre değilmiş. Belki de o yüzden diğer alanlarda yoğunlaşmayı tercih ettim. Biz mimaride çizim odaklı yetiştik, ince ince çizgiler, o da zordu mesela. Kolay bir şey yok diyebilirim. 

Heykel, zamanın var oluşundan beri var. Pagan geleneklerinde totemler yaparlar, onlara taparlardı. Antik çağlarda tanrıçaların, tanrıların heykelleri yapılırdı. İnançlarla ilgili sanat. Ortaçağ’da İncil’in tasviri amaçlı, İncil’i insanlara anlatmak, öğretiyi aşılamak için İncil’in sayfaları heykel, resim, fresk ve çini şeklinde halka sunuldu. Heykel sanatı Rönesans ile birlikte bir süre mimarinin bir parçası oldu. Heykeller bir süre yapının dışında, rölyef olarak var oldu. Sonrasında mimariden koparak tek başına var olmaya başladı ve zamanımıza kadar devam etti. Postmodern dönemin heykel sanatı aynı anda birçok farklı alanı içerebiliyor. Video, performans, beden sanatı, enstalasyon vs. heykel adı altında karşımıza çıkabiliyor. Yani heykel sanatı artık birçok farklı disiplinle birleşti. 

Çalışmalarınızda eril ve dişil unsurlar, cinsellik ve haz konuları üzerinde duruyorsunuz. Türkiye başta olmak üzere bu konular biraz daha tabusal kabul ediliyor ne yazık ki, insanımız tamamen doğal bu konular üzerine konuşmaktan kaçınıyor. Bu duyguların ve düşüncelerin bastırılması sizce nelere yol açıyor? Sanatınıza gelen tepkileri de göz önüne alarak, Türkiye ve yurt dışı karşılaştırmaları yapabilir misiniz?

Ziyaretçilerden çok galerilerden tepki gördüm. Yurt dışında da bazı kısıtlamalar söz konusu olabiliyor. Benim sanatıma gerçekten çok tepki geldi; geleneksel çalışma istiyoruz, bize uymaz diye birçok galeri tarafından reddedildim. Dişil ve eril unsurlardan bahsedecek olursam, Baudrillard’ın simgesel değiş tokuş kavramına göre, ‘cinsel gerçeklik ilkesini oluşturan kadının yapısal ve nedensiz’ dışlanması sonucu, o artık erkeğin düşünde yer almaya başlıyor. Kadın günah olarak sunulurken bu ayrışmaya yol açıyor ve bir tabu olarak görülüyor. Halbuki onlar birlikte varlıklarını sürdürebiliyorlar, tüm birlikte var olan zıt kavramlar gibi. Ölümü yaşamdan ayrıştırmak da aynı şey, yani ölümün bir korku fantazmı olması demektir. Baudrillard’a göre, bu ayrıştırma simgesel değiş tokuş düzeninde, yaşam ve ölüm arasında bir bağ oluşturarak ilkel toplumlarca önlenmiş çünkü böyle bir işlem sırasında her iki kavram da kendi gerçeklik ilkelerini yitirmekte ve birbirleri içinde yok olmaktadırlar. Var olmayan bir algı her türlü yasak, tabu ve korkuyu da yok etmektedir. İlkel toplumlar ölülerini yaşadıkları yere gömerler, iç içe yaşarlarmış. Ortaçağ’da da ölüleri şehir meydanlarına gömerler ve birlikte yaşarlarmış. Günümüzde ise ölüm hayatımızın çok dışında, yaşam alanlarının çok uzağında, sistem tarafından dışsallaştırılarak bir tür tabu haline getiriliyor. Ölümle ilgili bir bilinmezlik, gizlilik ve en önemlisi korku algısı yaratılıyor.

Eril ve dişillik dual unsurların ana teması. Mesela soğuk dişil, sıcak eril. Buna benzer faal ve pasif, gece ve gündüz, beden ve ruh, iç ve dış, v.s. hepsi eril ve dişil temelinde, birçok kontrastlar içeriyor. Benim de yapmaya çalıştığım tüm bu kontrastları en uç noktalarından birleştirerek bir dengeye ulaştırmak ve bir ütopya yaratmak. Sarkaçtaki orta nokta gibi sakin, dengede ve nötr bir şekilde. Mutluluk ve acı, sarkacın gittiği iki uç nokta. ‘Çok haz çok acı.’ Fransız yazar Bataille’ın sözü. Denge ve huzurda olmak için ikisinin ortasında olmamız lazım. Yani dişil ve eril kavramlar, direkt olarak erkek ve kadın dışında, birlikte var olan tüm zıt kavramlar beni ilgilendiriyor.  

Benim sanatım tam olarak erotik sanat değil, erotizm sadece bir parçası. Sanatım için Psikotik gerçeklik veya Abject de diyebiliriz, ya da Naturalizm’in en ekstrem hali. Yani estetik kaygı barındırmayan, gerçekleri en kaba, en açık ve en bayağı halleriyle yansıtan bir tarz. Zıtlıklar arasında olan parçalanmaları onların en uç noktalarından, en sert bir şekilde birleştirmeye çalışıyorum. Onları dengeye getirmek, nötr olan o orta noktayı yakalamak istiyorum. Aynı meditasyon sırasında beden algısını hissetmemek, bütün evren benmişim ve ben aslında yokmuşum gibi hissetmek… Benim yaptığım bu birleştirmelerde de sınırlar çöküyor. Eserlerimde de estetik kaygıdan çok açıklık, gerçeklik, çirkinlikse çirkinlik arıyorum. İzleyicileri kendi gerçekleriyle yüzleştirmeye, içlerindeki bir bilinmezi veya reddettikleri bir duyguyu ya da düşünceyi devreye sokmaya çalışıyorum.

Sanat; romantik bir duyguyu, düşünceyi tasvir eden, pratik veya ticari bir amaca hizmet eden bir şey olmamalı. Bir kişiyi sarsabilmeli. O zaman kişinin kendi içinde bilmediği bir kapı aralanır. Sanat; bizden gizlenen, dogmatik ve düşünceyi kısıtlayan maskelerden arındırır, görünür kılar. Sanat her zaman doğru sandıklarımızı, yerleşmiş ve değişmeyecek olanı sorgular. Beni de o yüzden bu tür çalışmalar fazlasıyla heyecanlandırıyor. 

Sanatınızda cinsellik ve cinsel unsurları kullandığınızı göz önünde bulundurarak bu alanda eser üretmekteki hedefleriniz, bireye ve/veya topluma anlatmak veya göstermek istedikleriniz neler?

Bu sorunuzun cevabını sanırım daha önce vermiş bulunuyorum ancak kendim için bazı hedeflerim var. Örneğin, çalışmalar yaparken kendimi farklı bir boyuta geçmiş gibi hissediyorum. Yüksek lisans tezimin konusu da bu, sanat üretirken başka bir güç tarafından yönetiliyormuşum hissi. Ben ne hissediyorsam onu aktardığımı biliyorum. Yogada da her şey aynı şekilde gelişiyor, yüce varoluşla bir olma hali, kendinden geçme hali… Tutkuyla yapıldığı için heykel veya başka bir sanat da aynı hislerle yaratılıyor. Kendinizi o kadar kaptırıyorsunuz ki, siz siz olmaktan çıkıyorsunuz. Böyle bir algı halinde duyguyu karşıya geçirmek kolay oluyor, severek ve zevkle yaptığınız için kolay oluyor.

“Sanat, Ölüm, Erotizm” adında bir kitabınız var. Kitabınızdan biraz bahsedebilir misiniz? Heykel sanatıyla belki de tam aktarılamayabilen duygu ve düşüncelerinizi, yazı yoluyla aktarabilmek mümkün mü? Daha geniş bir bağlamda soracak olursak, plastik sanatlarla sanatsevere ulaşamayan, arada kaybolan anlamların edebiyat ve yazı ile ulaşabileceğine inanıyor musunuz? (Üstünlük açısından değil, sadece anlaşılabilirlik açısından)

Evet tabii ki, çalışmalarımı anlamayan biri, ilgi duymayan biri anlamayabilir. Ancak ilgi duyanlar için sanatçının geçmişini, birikimini okumak; yazılarla da birleştirildiğinde anlaması için gayet yardımcı olabilir. 

Kitabım, doktora tezim aslında. Asıl konu ölüm. Ölüm tek başına bir anlam ifade etmiyor, yaşamla iç içe. Yaşam da tek başına anlam ifade etmiyor, o da cinsellikle iç içe. Ben de kitabımda hepsini ve hepsini birleştiren sanatı anlattım. Benim sanatım da eril ve dişilliğin erotikliği değil, kitabımda bahsettiğim bağlamda. Ölümün birçok düşünür tarafından görünüşü, psikanalitik boyutu, kendine zarar veren sanatçılar, ölüm güdüsüyle var olmuş sanatçılar… Hepsine kitabımda yer vermeye çalıştım. Biz doğduğumuzda libido (cinsel güdü) ve ölüme olan özlemle birlikte doğuyoruz.

Bazı sanatçılar, ölüm güdüsüyle sanatları için ölüme gittiler, ölüm güdüsüyle birçok çalışmalar yaptılar. Belki bunlar, ölümün ayrıştırılması ve gizlenmesi sonucu kaynaklanan merak ya da psikolojik sorunlardan kaynaklı olabilir. Bu yüzden kitabımda bunlardan bahsetmek istedim.

Yazı, bir eseri tanımada gerçekten çok etkili ancak herkesin görüşü ve iç dünyası farklı olduğu için benim sanat çalışmalarım başka birinde farklı algılar yaratabilir. Mesela ben tüm çalışmalarımı kendim için yaptım, hepsi benim birikimlerinin tezahürü ve kendime göre anlamlar yüklediğim çalışmalar. Ancak sergiye gelenlerden bazen o kadar farklı bakış açıları, yorumlamalar duyuyorum ki! Bu da çok güzel bir şey. 

İdil Mirata

İlgili Makaleler

Bir cevap yazın

Başa dön tuşu