Röportajlar

Nesne(l) Sergi Röportajları – Aslı Sinman

Merhabalar Aslı Hanım, bize kendinizden ve sanatınızdan bahsedebilir misiniz?

Merhabalar, ben ODTÜ Endüstri Ürünleri Tasarımı 1992 mezunuyum. Babam da Elektrik bölümünde değerli bir hocaydı, Prof. Dr. Sadrettin Sinman. Onun anısına laboratuvarını ve deneylerinde kullandığı elemanları kalıcı bir sergi alanına çevirdik, Elektrik bölümünde sergiliyoruz. 

Yüksek lisansımı Bilkent’te yaptım, Güzel Sanatlar Grafik bölümünde. Çevre, toplumda kadının yeri, kimlik arayışları gibi konulara meraklıydım. 1994 yılında Paris’te, sanal alışveriş yaptığımız zaman daha az atık üretebileceğimiz minimal ambalajlar tasarlayarak ödül kazandım. Yumurta kabuğu kadar sade bir tasarım yapmıştım.

Daha sonrasında mimarlarla çalıştım; mekanlar için özel ürün ve otomotiv sektörü için gezici mekan araç tasarımları gerçekleştirdim. Daha sonraları ortaya çıkardığım ürünler sanata dönmeye başlamıştı. 

Tasarımcı kimliğimle İstanbul Tasarım Haftası’na katıldım ancak tasarımlarımın daha kişiye özel, sanatsal olduğunu fark ettim. Bir sene sonra Contemporary Art İstanbul’a katıldım. Demir nesnelerle enstalasyon düzenleme gibi işler ortaya çıkmıştı. Bir resmimi Slovak bir beyefendi almıştı, hiç unutmuyorum. İlk sergimi nerede açarım diye düşünürken ilk sergi teklifimi Slovakya’dan aldım. Kadın konusunu çalışmıştım, Anadolu’daki ilham aldığım kadınları çalıştım. Anadolu Medeniyetleri Müzesi’nden, oradaki hikayelerden ilham aldım, onlar üstüne çalıştım ve Anadolu’da yaşamış kadın karakterler üzerine bir hikaye serisi tasarladım. Bu sırada Ankara’daki büyükelçiliklerin dikkatini çektim, Belçikalı bir Avrupa Birliği uzmanı Luc Zwaenepoel ile ortak bir çalışma yaptık; resimlerime şiirler yazdı. Kanada Büyükelçiliği’nde 8 Mart Dünya Kadınlar Günü kapsamında projeler gerçekleştirdim. Sonrasında Roma’ya gittim, Kültür Bakanlığımızın tanıtım ofisinde “Anadolu’dan Geldim” adlı projemi sergiledim.

Sonrasında, İtalya’da başka küratörler beni keşfetti. Onların de bakış açısıyla tasarımcı yönümü tekrar yorumladım. Küresel ısınmaya dikkat çektiğim “Melting Point” diye bir sergi açtım. O sıralar derin göç dalgası olmuştu, sınırlardaki tel örgüleri de imgesel olarak eritmeye başladım. Erimiş tel örgülerle enstalasyonlar yaptım. Küresel ısınmayla savaşları örtüştürdüm çünkü insanlar arasındaki savaşları ve ego olgusunu sıcakla, kırmızıyla anlatabiliyordum. Biraz iyimserlik hayal edebilmek için kırmızıyı, daha az sıcak bir renk olan sarı ve sonra yeşile dönüştürerek ürettiğim “sarkıt ve dikitler” adını verdiğim yarı sanatsal aydınlatma ürünleri tasarladım. Ama tam bu sırada pandemi başladı. Yine de bu serinin içindeki ürünleri parça parça sergilemeye devam ettim. Pandemi döneminde “Evrenin Suskun Cevabı” adlı bir sergi açtım. 

Bir taraftan, kadının susturulması üzerine hassasiyet gösteriyorum. Bir kadın sanatçı olarak kadınların ön planda olmasına çok önem veriyorum. Nesnel Sergisi’nde kadına giydirilen roller üzerinde durmak istedim. İki çocuk annesiyim. Hem kızlarımı büyüttüm hem sanatımdan da ödün vermedim. Toplumun gelenekleri tarafından kısıtlanmak istemedim. KKM’deki sergide de kadından beklenen annelik, evlilik rollerini sorguladım. İki kız çocuğum var ama iki erkek çocuğum olsa nasıl askere gönderirdim diye empati yapardım. Çocuk gelinlere değindim. Stiletto bir sembol heykel gibi, kadın olarak bizden beklenen güzellik algısına, törenlerde giyinip kuşanmamıza dikkat çekiyor aslında. 

Öte yandan sanatın iyileştirici gücü ile ilgileniyorum. Sanat terapisi kapsamında psikoloji eğitimi aldım. Sanatçının sergi pratiği de aslında sanat vasıtasıyla ilham vermek, insanları etkilemek, farkındalık kazandırmak. Yakın zamanda yaşanan Enes Kara’nın intihar olayı beni çok üzdü, keşke onunla da 10 dakika sohbet edebilseydik.

Sanattaki ritim algımı derinleştirebilmek için bateri dersi alıyorum, işitselin görsele etkisini görmek için. 

Sanatın ilettiği çok büyük bir yaşama sevinci var. Victor Frankl’ın “İnsanın Anlam Arayışı” adlı kitabı beni çok etkilemişti, Nazi kamplarında insanları hayata bağlayan tek şeyin sanat oluşu özellikle. Sanatım hakkında şunu da eklemek isterim ki çokluortam sanatçılarının bir araya gelerek ürün ortaya koymasını çok değerli buluyorum.

Benim ana felsefem ise “Bir sanatçı tamamen kendisi olarak ve kendi hayat hikayesini anlatarak özgün olur.”

ODTÜ’de Endüstriyel Tasarım okurken sanata ilginizi artıran, şu an sanatınızda kullandığınız tekniklere ve temalara yönlendiren olaylar, etkinlikler olmuş muydu? Biraz bahsedebilir misiniz?

Bizim çok iyi bir sanat tarihi hocamız vardı, Maris. Bize sanat tarihini o kadar güzel anlattı ki. Projelerimize hedef kitlemizdeki bir insanın hikayesiyle başlıyorduk. Çok iyi bir endüstriyel tasarım eğitimimiz oldu. Desenimiz, tasarımımızı anlatabilmek adına çok kuvvetli olmak zorundaydı. Hakan Gürsu hocamızın deseni çok iyiydi, onu rol model alıp onun gibi çizmek gibi hedeflerimiz vardı.

Bilkent Üniversitesi’nde Grafik Tasarım eğitimi aldınız ve bitirme projeniz, Paris’te “Pari Packaging” etkinliğinde fikir ödülüne layık görüldü. Bu, sizin için bir dönüm noktası sayılabilir mi? Genç yaşta böyle prestijli bir ödül sahibi olmak, sanatınızı ve sanatçı kişiliğinizi nasıl etkiledi?

Çok iyi etkiledi ama ailemin durumundan dolayı Belçika’dan aldığım iş teklifine evet demeye cesaret edemedim. Ama hep içimde ukde kaldı ve kendi gelirimi elde etmeye başladığım zaman kendimin devamlı sponsoru oldum. Yurt dışı konusunda cesaretlendiğim zaman Mehmet Sepil’in kapısını çalmıştım, New York sergimde birlikte bir proje tasarladık ve projem için kaynak yarattık. Çok değerli bir ODTÜ’lüdür kendisi. Kısacası gençlerin kaynaksız kalmaması gerekiyor. Bizler için networkler olmalı. 

Bir süre otomobil ve tekstil ürün tasarımı alanında çalıştınız. Bu alanlarda çalışmanın size ve sanatınıza katkıları neler oldu?

Süper katkısı oldu. Kinetix’te çalışmıştım. Büyük firmalar çok iyi eğitimler veriyor. Dünyada neler olup bitiyor, devamlı takipte kalıyoruz çünkü olan bitenler tasarımı etkiliyor. Mesela şu an pandemi var, tıbbi maskeler yeniden ele alındı ve onlar yepyeni bir ürün gibi kullanılıyor. Ürün tasarımcısı olmak bana çok şey kattı. Bana daha uygun bir bölüm olamazdı. En çok şükrettiğim şeyler arasında. Hedef kitleyi, düşüncelerini tanımak, ergonomiyi göz önüne almak ve sanat yapmak. “Object language” eğitimi almıştık mesela, bir obje öyle tasarlanmalı ki karşısında kullanıcı olarak  çaresiz hissetmemelisiniz. Bir şekilde bir mantık algılanabilmeli ve kullanımı kolay olmalı. Yves Tellier hocamız bize önyargısız yaklaşmayı, önyargılardan kurtulup objenin benliğini tamamen unutarak özgün olmayı öğretmişti bu bağlamda.

Vittorio Urbani’nin küratörlüğünde küresel ısınmaya dikkat çektiği sanat ve tasarımı kesişimi “Melting Point” enstalasyon serginiz, gezici bir proje olarak İtalya’nın 5 ayrı kentinde sergilendi. Bu serginiz ve başarınız hakkında neler söyleyebilirsiniz? 

Çevreye duyduğum duyarlılık çok etkili oldu. Sonrasında Vittorio beni eğitmeye başladı. Onun sergilerinde yardımcı küratör olarak destek vermeye başladım. Küratörlük okumaktansa kaynağından, deneyimleyerek öğrenmiş oldum.

“Ama’nın Mekanı” adındaki göçmen evi entalasyonunuzda yardımcı küratör olarak çalıştınız. Küratör olmanın, bir eser üreten sanatçı olmaktan farkı nedir? Sanata ve temaya yaklaşımınızı, küratör ve sanatçı bakışlarından nasıl değerlendirirsiniz?

Orada İtalyan Büyükelçiliği devreye girmişti. Vittorio’nun esas mesleği doktorluk, ikinci mesleği küratörlüktü. Vittorio’ya sorduğumda “Venedik’te doğup büyüyen birisinin sanattan uzak olması mümkün değil.” demişti. İlk bienallerde Ortadoğu, Kafkaslar yokmuş mesela ama Vittorio, bu ülke sanatçılarını bienale taşıyan küratörlerden olmuş. Çünkü asıl buralardaki yaşam zorluklarından, savaşlardan farklı sanat doğduğu kanısında. Sergimde, bir kadın olarak tek başıma, kendi kuvvetimin sınırlarıyla yapabileceğim bir küçük ev düşündüm. Tüm malzemelerimi topladım, pazardan renkli meyve sepetleri biriktirdim. Onları barınağın yapısında Lego gibi kullandım. Beni de yansıtan daha bir çocuksu hava verdi. İsminin “Ama” olmasının sebebi de şu ki “Ama” daha muhalif bir isim, bu yüzden seçmiştim. Aynı zamanda bir İtalyanca “Sevmek” fiiliymiş, saf aşk anlamına geliyormuş. 

Sanatınızda toplumsal konulara değiniyorsunuz. Sizce toplumlarda duyarlılık ve bilinçlilik, sanat aracılığı ile artabilir mi? Ya da yurtdışı ve Türkiye gözlemlerinize dayanarak küçük de olsa sanatla değişen bir kesim, bir düşünce yapısı görebilmemiz mümkün mü?

Benim en çok üzüldüğüm şey, başka kesimlerde sanatı anlatmak için ikna etmek gerekiyor. Bundan sonra da kopukluk alanında çalışmayı istiyorum. Ezbere işleri sevmiyorum, çünkü etkileyemediğimiz zaman uçurum daha çok büyüyor. Bunun düzelmesi lazım. Sosyal medya sayesinde sanat daha iyi anlaşılır hale geliyor. Daha çok kişiye, daha farklı kesimlere, çok farklı yönlerden ulaşabiliyoruz. Örneğin Atatürk şu an bizi izlese gurur duyardı. Çok konuşmak yerine hareket geçmek lazım. Ben onun öğretisini böyle yorumluyorum. Sizin gibi gençlerin sanata olan merakını görse, bir serginin sanatçılarını bulup böyle söyleşiler yaptıklarını bilse çok anlamlı bulurdu.

Aslı Sinman

İlgili Makaleler

Bir cevap yazın

Başa dön tuşu